İzleyiciler

4 Ocak 2018 Perşembe

Kadın 1. Bölüm...




Hayatımın en güzel ve çatlak yanına; Emine’me ithafen…

Sonunda pencerenin duman grisi çatlak pervazından süzülen loş ışık, genişleyen huzmesi ile yüzünü aydınlatmaya başlamıştı. Gözleri açıktı. Gece boyunca sarsan görüntüler göğsünü sıkıştırmış, nefes almasını güçleştirmişti. Sıkıntıdan alevcesine yanan ayaklarını ağır aksak taşıdığı banyoda suyla ıslatarak yarı kaygılı, yarı ümitli sabahı bulmuştu nihayet.

Saat beşi geçiyordu. Gardırobunu açtı. Elini sağ köşede asılı duran abiye kıyafete uzattı. Bir sene kadar önce dolanırken görmüş, birkaç gün sonra gizli kapaklı biriktirdiği parayla gidip almıştı mağazadan. Somon rengi üzerine yıldızlı bir gecenin sade şıklığını serpiştiren siyah bir kuşak işlenmişti elbiseye. Ani bir hareketle çekti elini üzerinden. Hayır dedi. Bu sıradanlaşmak olur. Kenarda duran haki renkli keten pantolonu ve ona uygun desenli bir penyeyi alarak giyindi. Topuklu ayakkabılar ile tamamladığı şıklığı karşısında inanmaz gözlerle kendine baktı. Uzun kahverengi saçları ve saçlarına uyumlu kocaman yeşil gözlerini hafif kemerli burnu gölgelese de kıvrımlı dudak yapısı yüzünün tüm güzelliğini ortaya seriyordu. Uzun boyluydu. Orta boylu bir ülkenin uzun boylu hezeyanlarını kurbanıyım diye geçirdi içinden. Boyu ile ilgili sürekli yapılan şakalar geldi aklına, gülümsedi. Kapıdan çıkarken dalgın gözleriyle aynadan süzdüğü siluetinde yeni hayatına dair bir merak ile merdivenlerden aşağı doğru yürüdü.

Az önce aydınlanan caddelerde tek tük insan siluetleri telaşlı adımlarla yürüyorlardı. Dede'nin kahvesinin hemen solunda ki caddeden yokuş aşağı yürümeye başladı. Sağında ki duvar boşluklarına ve kapalı kepenklerin huzurlu griliğine rastgele yapıştırılmış afişlerde kendine ait bir şeyler duyumsamak istediyse de yapamadı. Gözlerini kapatarak aşağı doğru adımlarını sıklaştırdı. Biraz önünde duran kültür evinin kantini açılmıştı. Mahmut ağabey açmıştır diye düşündü. Yüzüne engelleyemediği bir tebessüm gelip kondu. Severdi Mahmut ağabeyini. Sivaslıydı, ağabeyi otuzunu geçeli bir hayli olmuştu. Sürekli kahverengi şapka takar, yeşil yelek giyerdi. Esmerdi. Az konuşurdu. Yüreğini sıkıştıran bir şeyler oldu mu ilk ona koşardı bir zamanlar. En çok onu özlemekten korkuyordu. Kantinin önüne yaklaştığında bir umut merdivenlere yöneldi. Camın ışık alan bölümünden şapkasını görmüştü. Kapıya doğru birkaç adım atıp eğildi.

-Merhaba Mahmut Ağabey, Günaydın...

Kırgın bir mahcubiyetle gülümsüyordu. İçeri doğru bir adım daha attı. Tezgâhın ardındaki, iri yarı vücuduyla öne doğru eğildi. Yüzünün karardığını görür gibi olmuştu. Sert bir ifadeyle yutkunarak bağırdı:

-Çık dışarı! Artık burası sana yasak. Defol buradan! Defol!

Bağıran, arkasını döndü. Sessice eğip vücudunu küçük lastik bir tabureye tünedi. Sırtı titriyordu. "Ağlıyor mu" diye geçirdi içinden. Ağlama demek için eğildi. Kollarını uzattı. Ama yapamadı. Bunun yerine hafifçe ayağını eşikten çekip merdiven yukarı yürümeye başladı. Gözleri dolmuştu. Tenha sokaklarda yankılanan topuk seslerine karışan bir fısıltıyla Hoşça kal Mahmut Ağabey diyebildi.

Güneş artık tepeye iyiden yükseldiğinden saatine baktı, on biri geçiyor dedi hayretle. Neredeyse dört saattir yürüyordu. Hava ısındığından gölge bir yer bulma umudu ile çevresine bakındı. Beyoğlu'nun arka sokaklarındaydı. Dümdüz yürümeye devam etti. Hemen ileride dönünce bir kahvehane gördü. Önünde küçük saksılarda rengârenk çiçekler boy gösteriyordu. İç duvarları erguvani, tabureler parlak renkli ve plastikti. Elinde tepsiyle çayları dağıtan; iri yarı, esmer, pos bıyıkları olan kasketli bir adam tüm yaz sıcağına rağmen uzun kollu gömleğini pamuklu bir yelekle sarmalamıştı. Bu rengârenk kahve ve kahveci arasında ki tezat gülümsemesine sebep oldu. Burada soluklanabilirim diye geçirdi içinden. İçeride bir sehpanın etrafına tünemiş dört adamdan başkası görünmüyordu. Bir an için caddeye oturmaya yöneldiyse de son anda içeri girmeye karar verdi. Cam kenarında bir tabureye oturup caddeyi izlemeye koyuldu. Köşede ki masada hararetli bir tartışmaya girmiş olan dört kişinin seslerinin birden kesilmesi ile irkildi. İçerde kahvecinin telaşsız adımları ile birbirine karışan nefes seslerinden başka hiçbir şey duyulmuyordu. Elini ensesine dayadı. Küçük parmakları ile saçlarının arasından herkesin fark edebileceği şekilde bir tur attıktan sonra sol bileğini hafif bükerek masaya doğru eğildi. Sırıtkan bir şuhlukla belinde ki penyenin yükselmesini ve pantolonu ile penye arasında kalan çıplak alanda biçimli ve pürüzsüz cildinin tüm ayrıntılarının kusursuz sergilenmesini sağladıktan sonra tekrar vücudunu dikleştirdi. Doğru yer ve zaman değil diye düşündü. Sesine belirgin bir sertlik katarak bir maden suyu istedi. Kahveci yumuşak bir edayla başını eğerek dolaba doğru yürüdü. Yan masada ki sesler tekrar belirginleşmeye başlamış, tartışma hararetini bıraktığı yerden ele almıştı.

Bu sınama iyi oldu dedi içinden. Sanırım hazır mıyım sorusunun cevabını vermeyi başardım.

-Buyur bacım.

Maden suyu renkli bir su bardağının içerisinde önüne koyulmuştu. Bir yudum aldı. Kahveciye bakarak: Amca otur istersen diyebildi. Adam belirgin bir mahcubiyetle hemen önünde ki tabureye oturdu. Gözlerini gözlerine dikerek, "Bir şey mi diyecektin" diye geveledi. Sesi titriyordu.

-Amca burası senin mi yoksa yalnızca çalışıyor musun?

-Benimdir bacım. İstanbul'a ilk geldiğim sene çalışmaya başladıydım burada. İyi bir ustam vardı Allah rahmet eylesin. Karslı, hemşerim. O da benden kırk beş sene evveli gelmiş bu şehre. Çalışmış didinmiş burayı satın almış. Gençliğinde hovardaymış rahmetli, ne kazandıysa içkiye, kumara affedersin bir de aha şu arka sokaklarda karıya kıza yedirmiş. Elinde bu ufak dükkândan başka hiçbir şey kalmamış. Onu da satacakmış ya bir kadına âşık olmuş.

Yaşlı adam bir an için irkildi. Etrafına bakındı. Sonra kızı süzmeye başladı. Hareketlerinden onu rahatsız eden bir şeyler olduğu anlaşılıyordu. Alt dudağını hafifçe büzerek,

-Bacım kusura bakma, sen bir şey diyecektin herhalde ben böyle birden konuşmaya başlayınca se....

-Yo! Amca ne demek lütfen, ben yalnızca konuşmak istiyordum. Hem merak ettim yarım bırakma anlatacağın şeyi. Böyle daha çok meraklandırıyorsun beni.

Ne bileyim bacı. Hani ölmüşün ardından... Hem ne seni ne de beni ilgilendirmez ki. Yaşlılık işte. İnsan bu yaşa gelince bildiği birkaç şeyi de tellendirip anlatmak istiyor. Cahil adamız biz. Kendimizi derya biliriz ya sen yine de kusurumuza bakmayasın.

-Yok, amca kusura baktığım yok. Neyse sen galiba anlatmayacaksın bana hikâyenin sonunu. Sonuçta burası senin. Peki, sen mi boyadın burayı böyle rengârenk, hem bu çiçekler çok güzel olmuş ilk defa böyle bir kahvehane görüyorum. Onu soracaktım sana.

-Yok, kızım, bir hanım yaptı burayı. Bundan otuz sene evveli. Ben de her sene bakar, tamir eder bu çiçekleri de sular dururum. Bana emanettir.

-Karın mı?

Yaşlı adam gözlerini soda dolu bardağa dikti. Alt çenesi titremeye başlamıştı. Tüm damarlarının solucanımsı çıkıntılar yaptığı kavruk ellerini masadan çekerek dizlerine dayadı. Gözlerini diktiği bardaktan hiç ayırmadan sendeleyerek doğruldu.

-Sokağa güneş vurdu, çiçekleri gölgelemek lazım. Bir isteğin olursa seslen.

Gözlerini bardaktan uzaklaştırarak ağırca arkasını döndü ve kapıya doğru birkaç adım attı. Neden sonra başını kıza çevirip, ben evlenmedim kızım. Karım yoktur diyebildi.

Bir süre yaşlı adamı izledikten sonra masaya sodanın parasını koyarak kapıdan dışarı çıktı. Yaşlı kahveci ağır aksak adımlarla hala saksıları gölgeye taşıyordu.

-Amca parayı masaya bıraktım. Hadi kolay gelsin.

-Uğurlar ola.

Aşağı doğru yürümeye devam etti. Bir süre sonra köprüye ulaşmıştı. Gözleriyle çevreyi süzdü. Burası olmaz diye düşündü. Kendisine saygısı olan hiçbir kadın kullanmamalı buraları. Suyun mavi akışını izledi. Balık tutan insanların sabırlı bekleyişinde huzur bulabileceğini düşünmüştü. Uzunca bir süre onları süzdükten sonra geçen zamana acıyıp tekrar Beyoğlu tarafına doğru yokuş yukarı yürümeye başladı.

Akşam oluyordu. Çevresinde ki kalabalığın arık içindeki suyun sabit devinimi gibi aktıkları yönü izleyerek ana caddeye çıktı. Hızlı adımlarla yürüyordu. "Buradayım. Peki, şimdi ne olacak?"

Son bir aydır her gece tekrarlarla kafasında canlandırdığı sahneleri gözünün önüne getirmeye çabaladı. Ara sokaklara daldı. Daracık sokaklarda küçük masalara tünemiş binlerce insanın arasından dik, kendine güvenli adımlarla yürüyor fakat harekete geçmek için doğru bir an yakalayamıyordu. Tüm vücudunun terlediğini hissetti. Bir bara oturup karşıda ki aynadan kendine baktı. Saçları dağılmış makyajı yer yer silinmeye başlamıştı. Ter rimelini dağıtmış yanağına küçücük yollar armağan etmişti. Bu böyle olmayacak diyebildi. Tuvalete gitti. Saçlarını düzeltti, makyajını tazeledikten sonra aynada kendini iyice süzdü. Hadi dedi. Kır zincirlerini. Dışarı çıktı. Gözleriyle masaları süzüyordu. Sağda ki masada beyaz tenli kızıl sakallı bir genç oturuyordu. İçi ısınmadı. Biraz daha ilerleyince oldukça kilolu, esmer bir adam dikkatini çekti. Çantasını masanın üzerine yaslamış, bir elinde tuttuğu bira bardağına dalgınca bakınıyordu. Caddenin karşı tarafından beş dakika kadar onu süzdükten sonra kararını verdi. Omuzlarını silkti ve masaya yaklaştı. Adamın tam karşısında duran sandalyeyi kendine doğru çekerek "Oturabilir miyim?" diye sordu.

Kilolu adam bir an için sendeledi, kadına doğru bakarak "affedersiniz, bana mı söylediniz?" diyebildi.

-eğer bir mahsuru yoksa size söyledim. Oturabilir miyim?

Adam çevik hareketlerle doğruldu. Bardak altlığını kendi tarafına çekerek elleriyle kadının zaten elinde tuttuğu sandalyeye doğru beceriksiz birkaç hamle yapmaya çalışarak "E.. e... elbette. Oturun lütfen, buyurun, buyurun!" diye seslendi. Kadın ağır hareketlerle sandalyeyi ayakları altına çekti ve adamın tam karşısına oturdu.

-Merhaba ben Eylem.

-Merhaba, adım Murat. Siz... Şey... Yanlış anlamayın ama burada mı çalışıyorsunuz?

-Yo hayır, geçiyordum, sizi gördüm oturmak istedim.

-Ooo! Pekâlâ, o zaman size bir bira ısmarlayabilir miyim?

-Sizinle karşılıklı içmekten zevk alırım Murat Bey, fakat kendi biramı kendim öderim.

Bu sözleri söylerken sandalyesini masaya biraz daha yaklaştırıp vücuduna dik bir konum vermeyi de ihmal etmemişti.

-Affedersiniz, lafın gelişi söylemiştim. Yani elbette bira ısmarlayabilirim. Lafın gelişi derken buna niyetli olmadığım anlamına gelmesin. Tabi yine... Yani pardon... Niyet derken de hani gördüğü her bayana bira ısmarlamaya kalkan... Şey bu da olmadı... Yani söylemek istediğim...

-Lütfen açıklamaya çalışmayın ne demek istediğinizi anlıyorum. Özür dilemenize de gerek yok ayrıca. Üstelik sizin lügatinizde en centilmen ve doğru görünen davranışınızdan dolayı özür dilemek zorunda kalmayın. Hem sadece bir bardak bira için bu kadar konuşmakla bence daha büyük bir suç işlemenin eşiğindeyiz.

Kadın bu son sözleri söylerken gülümsemişti. Adam da bir an için gerginliği üzerinden atarak yüzüne yayılan mahcup sırıtışla kadına katıldı.

-Ne bileyim şaşırdım bir an. Yani kolay kolay hiçbir kadın erkeğin masasına yaklaşıp da... hele bu kişi bensem... Yani kendime güvenmediğimden ya da buna layık görmediğimden değil, öyle anlamayın. Benim demek istediğim...

-Murat, -Size Murat diye sesleniyor olmamda bir sakınca yoktur umarım.-

-Elbette buyurun.

-Yine aynı şeyi yapıyorsun. Bir şeyleri açıklamaya çalışmana gerek yok. Ayrıca biz burada savaş halinde değiliz. Basit bir ticaret için bir araya geldik hepsi bu.

-Ticaret mi? Nasıl? Yani ne? Pardon kastettiğim ne ticareti? Yani siz şey mi? Hani yani... Öyle mi?

-Lafı geveleme Murat orospu mu demek istiyorsun?

-Şey asla. Ben böyle bir tabir kullanmam. Yani özür dilerim. Kendi mi nasıl affettireceğimi bilmiyorum. Ticaret falan deyince sizi bir an için... Çok, çok özür dilerim. Affedin lütfen?

-Affedecek bir şey yok Murat bir şey söylemedin.

-Ama bir an için öyle düşündüm.

-Düşünmek suç değil.

-Hayır ama...

-O halde lütfen. Hakkımda düşündüklerin seni suçlu kılmaz. Ayrıca tam olarak yanıldığın da söylenemez. Ama eğer bana orospu diyeceksen...

-Hayır, hayır. Dediğim gibi öyle olsaydınız bile bunu söylemezdim.

-O halde yanlış bir şey yok şimdilik aramızda. Yine de söylemek isterim ismini baştan nasıl koyarız bilmiyorum ama ben tüccarım aslında.

-Pazarlamacı falan mısınız?

-Öyle de denilebilir.

-Ha, anlıyorum o halde. O yüzden geldiniz yanıma. Bir şeyler pazarlamak için. Neyse bir yandan sevinmedim diyemem ama bir yandan da üzüldüm bu duruma.

Şişman adam tekrar önünde ki bira bardağına Kadının onu ilk gördüğü andaki dalgın bakışlarıyla bakmaya başladı. Az önceki heyecanını kaybetmiş görünüyordu. Yüzünde ki heyecanlı kızarıklık yok olmuş, rengi esmer solukluğunu tekrar kazanmıştı. Üstelik birkaç andır hareketlerinde beliren beceriksizlik de yerini dingin bir ağırlığa terk etmişti.

Kadın birasından bir yudum alarak etrafı süzmeye başladı. İkisi de bir an için birbirlerinden bağımsız bir dünyaya dalmış gibiydiler. Etrafta ki hayat hızla akıyor caddeler boyunca insan kalabalığı, hiç durmamacasına hareket ediyordu. Kalabalığın uğultusu arasında naif bir sessizliğin dinginliğini yaşıyordu, Eylem. Hayat böyle ne kadar da güzel diye geçirdi içinden. Birbirini tanımayan kalabalıkların karınca yolu boyunca çarpışmaları, dokunmaları, sürtünüp tekrar ayrılmaları... İzlemekten zevk aldığı bir sahneydi bu. Çocukluğunda evinin beyaz badanası arasında ki çatlaklarda yürüyen karıncaları izlemekten de böyle zevk alırdı. Karıncalara isimler takardı. Onları birbirlerine karıştırmamak adına her ayrıntılarını izler fakat yine de isimlerini birbirine karıştırırdı. Daha sonra onları yüklerine göre sıfatlandırmaya başladığını hatırlıyordu. Yaprak taşıyan bir tanesine, yaprak, pirinç taşıyan diğerine de pirinç derdi. Bir an olurdu ki yapraklar ve pirinçler değişiverir, yine isimler kafasında allak bullak olurdu.

O heyecanıyla ortaokula giderken harçlıklarından biriktirdikleri ile "Karıncalar" adlı bir kitap almıştı. Kitabı okumaya başladıktan sonra karıncaların doğalarını saran bütünlüğü görmüştü. Mesela diyordu kitap, bir karıncayı ezdiğinde kendisi acı duymakla kalmaz, salgıladığı kimyasal sayesinde onu koklayan diğer karıncalar da aynı anda çığlık atmaya başlarmış. . O zaman karar vermişti aslında karıncaların sonsuza dek yaşadığına. Boşuna ad koymaya çalışmıştı yıllar boyu. Aynı insana farklı isimler koymaya çalışmak kadar anlamsızdı çünkü. En sonunda tüm karıncalara tek bir isim koydu: ......

Şimdi şişman adamın masasında kendi birasını yudumlarken çevresinde ki insanların isimlerini düşünmeye çalışıyor, onlara yeniden isimler veriyordu. Uğultulu kalabalığın sessizliğini Murat bozdu. Gözlerini bardağından ayırmadan

-Peki, ne pazarlamak için gelmiştiniz.

Bu ani soru karşısında sendeleyen Kadın gözlerini kalabalıktan alarak şişman adama doğru çevirdi. Geçen zamanın yeni farkına varıyor gibiydi. Cesaretini toparlamak için bir süre bekledi. Elinde ki bardakta kalan son yudum birayı da hızla diktikten sonra, gözlerini adamın gözlerinin içine dikerek:

-İnsan bedeni pazarlıyorum. Kadın bedeni, elbette şimdilik yalnızca kendi bedenimi...

Bu sözleri söyledikten sonra başını yine caddeden durmamacasına akan kalabalığa çevirdi. Durgun gözlerle onları izlemeye koyuldu.

Şişman adam duydukları karşısında bir an için dona kaldı. Böyle bir cevap beklemiyordu. Göğsünün ortasından aşağı doğru bir şeylerin çekildiğini hissetti. Cevap vermek istiyor fakat ne söylemesi gerektiğini, ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Kısaca hayır diyebilir, Kadını masasından kibarca uzaklaştırabilirdi. Ama bunu istemiyordu. Yahut Kadınla pazarlığa oturur, onu kaldığı otele götürebilirdi. Oysa bunu da istemiyordu. Duygularının kekelediğini hissetti. Kadını boydan aşağı süzdü. Sade bir giyim, sade bir makyaj. Uzun boyu ve yeşil gözlerinin betimlediği bedeninde uzun kahve saçları aynı sadelikle savruluyordu. Bu Kadın nasıl fahişe olabilir diye geçirdi tekrar.

-Yani o zaman siz, sen, şey hayat kadınısın. Söylemeye çalıştığın tam olarak bu mu?

Kadın bakışlarını tekrar şişman adama çevirdi. Yüzünde ciddi bir ifade belirmişti.

-Hayır, Murat, az önce belirttiğim gibi, ben kendini, daha iyi bir ifade ile bedenini pazarlayan bir tüccarım. Ne bir orospu, ne bir fahişe ne de bir –o ne demekse- hayat kadınıyım. Bunlar yaptıkları alışverişi meşru görmeyen insanların alışveriş erbabına taktıkları gayri meşru isimlerdir o kadar.




-Bir saniye sen şimdi şey mi demek istiyorsun?

-Marketten ekşi, küflenmiş peynir alır mısın Murat? Hadi kazara aldın diyelim, kime yedireceksin? En iyi ihtimalle geri götürüp yenisiyle değiştirir, hatta paranı geri istersin. Hızını alamazsan bir de okkalı küfür savurursun.

-Evet ama...

-O anda kimsenin sana itiraz edeceğini, karşı çıkacağını düşünmezsin. Adil olan da budur. İyi de Murat, sana ekşi gelen peyniri sürekli alıyor, arkadaşlarına tavsiye ediyor, bir yandan da zevkle tüketiyorsan sence burada bir riya yok mu? Buna başka bir isim takmamız gerekmez mi?

-Fahişe ben mi oluyorum bu durumda?

Şişman Adam kırmızıya kesmiş ensesini önündeki peçete ile kuruladı.Ne diyeceğini bilmez bir halde Eylem'in gözlerinin içine bakıyordu. Bir an için boğazının kuruduğunu hissetti. Bardağı boşalmıştı.Garsona seslenerek bira istedi. Neden sonra kadının da bardağının boşalmış olduğunu fark ederek ikinci bardağı söyledi. Eylem hala onun gözlerinin içine bakıyordu. Adam, bakışlarını kadından kaçırarak söylediği ikinci bardak biraya kaydırdı. Sanki bu daha az köpüklü diye düşündü. Ardından irkilerek pardon diyebildi. Ben söyledim ama hani eğer isterseniz parasını siz ödersiniz ya da içmezseniz ben de içebilirim. Emrivaki gibi bir şey olmasın. Anlık bir dalgınlık işte! Kadın, bardaktan doluca bir yudum içerek teşekkür ederim diye yanıtladı. Aslına bakarsanız oldukça susamıştım.

Ortalık bir anda yine kalabalığın sessiz gürültüsüne teslim olmuş gibiydi. Kadının kendinden emin kesin cümleleri ve Şişman Adam'ın gözlerinin içine yönelen bakışları karşıdakini baskılıyor, isterik bir hayranlığa yol açıyordu. Şişman Adam derinden sarsıldığını hissediyor, gözlerini kadının vücudunda gezdirerek kıpırdamadan duruyordu. Aslında o an için herhangi bir şey düşünmüyordu.

Neden sonra midesinden yukarı doğru bir yanmanın nefes almasını güçleştirdiğini fark etti. Solukları daha kesik ve sesli çıkmaya başlamıştı. Yumrukları ve tüm bedeninde bir gerilme hissetti.Kadın, karşıda ki adamda fark edilir biçimde tanık olduğu bu değişimlere aldırmıyor görünüyordu. Sanki bunun böyle olacağını bilir bir hali vardı. Muhatabında ki bu durgun ve emin tavır Şişman Adam'ı iyice çileden çıkarmaya başladı. Öfkeleniyordu: Laf kalabalığına getirip asıl gerçeği gözden kaçırabileceğine inanıyor. Gerçek şu, o para karşılığı insanlarla beraber oluyor.

-Peynir ekşi.

-Efendim

Şişman Adam farkında olmadan dudaklarından dökülen cümlenin sorumluluğunu almaya karar vererek sesini yükseltip konuşmaya devam etti.

-Sonuçta adına ne dersek diyelim değişmeyen tek bir gerçek var değil mi? O peynir ekşi.

-Güzel düşünce. Peki, Murat o peynir kimin için ekşi?

-Bir saniye. Sen de yapıyorsun.

-Neyi yapıyorum?

-Kelime oyunları ardına sığınıyorsun.

Karşı masada ikisi siyah tişört giymiş uzun saçlı, biri de yeşil şortlu kısa saçlı iri yarı üç adam oldukça yüksek perdeden bir şeylere gülüyorlardı. Bir an oldu ki Şişman Adam onların kendilerine güldüğünü düşündü. Fakat kısa sürede bu düşüncesinden kurtularak kızın sözlerine odaklandı.


-Sence peynir onlar içinde ekşi olacak mı? Yani sonuçta birinden diğeri bu peyniri tadacak değil mi?

-Bak bu peynir sohbetinden hoşlandığım pek söylenemez. Kısa kesiyorum: Peynir ekşir. Çünkü bakteri üretir. Yani Eylem, bu pis bir iş ve beni rahatsız etti.

-Bu peynir senin için yeterince ekşi. O halde ben kalkmak durumundayım. Tanıştığımıza sevindim güzel sohbetti.

Eylem sandalyeden kalkarak kasaya doğru yöneldi. Hesabı ödedikten sonra sokağın aşağısına doğru kalabalığa karışarak gözden kayboldu. Şişman Adam masada yapayalnız kalmıştı. Kadının gittiği cadde aşağısına doğru göz ucuyla bakıyor, geri dönüp dönmeyeceğini anlamaya çalışıyordu. Geri gelmeyeceğine ikna olduğunda göz kapaklarında dayanılmaz bir ağırlık hissetmeye başladı. Yüzü kızardı. Göz bebekleri acıyordu.Uyumam lazım diyerek masadan kalktı ve kaldığı otele doğru ağır adımlarla yürümeye başladı.

Gece, ışıklarla delik deşik edilmiş gövdesinde hala keskin bir örtünün vakur ağırlığını yüklenerek akmaya devam ediyordu. Nevizade'den yukarı doğru adımlarını sıklaştırdı. Sağlı sollu masalara serpiştirilmiş kalabalığı görmüyordu bile. Aklı şişman olanla yaptığı tartışmada kalmıştı. 




Hatice




Diyarbakırlıydı Hatice. Ona sorarsanız köyünün en güzel kadınıydı da. Köyün delikanlıları az kesmemişti onu pencere önlerinde. Az türküler yakılmamış, maniler okunmamıştı onun için. Daha on dört yaşında taliplileri bir bir kapıya dayanmıştı da hak amcaoğlunundur diye vermemişti babası. Onun oralarda gelenektir çünkü. Kadın önce amcaoğlunun hakkıdır. Hoş, diyordu Hatice "benim de gönlüm amcaoğlumdaydı ya. Ali'ydi adı. Fidan gibi çocuktu. Esmer güzeli... Gözlerinde görüyorsun ya şu benim sürdüğümden vardı. Doğuştan sürmeliydi yani. O da beni severdi. Şehre her gittiğinde bir hediye ile döner gizliden ulaştırırdı bana. Bu muskayı hala saklarım. Boynumdadır. Yalnız iş sırasında çıkarırım. Allah korkusundan da değil ha. Ben Allah'ı ne yapayım. O bizi çoktan unutmuş zaten. Ama hatıradır. Bana ondan kalan tek şeydir. Arada bakar da köyümü düşlerim. Onu düşlerim.

Bizim köyde bir milis vardı o zamanlar. Şehmuz'du adı. Bu Ali'nin dayıoğluydu. Örgüte çalışırdı. Siz buralarda bilmezsiniz ya, o zamanlar köylerden vergi alırdı örgüt. Herkes malına göre belirli bir vergi öderdi. Para, hayvan, un artık ne varsa... İşte bu milisler her köyde olur bunları teslim ederdi örgüte. Bu Şehmuz aşağı köye de bakardı. O zamanlar orada Kete Halil yaşardı. Varlıklı, zengin bir adam... Şehmuz, Kete'nin malını gizlediğini, örgüte vergi vermediğini rapor etmiş. Bunun üzerine örgüt de köye inmiş, Kete'yi bulup cezalandıracak. Ama nasıl olduysa Kete Halil bir yerden haber alıp önceden köyü terk etmeyi başarıyor. Örgüt de onu bulamayınca ibret olsun diye oğlunu çıkarıp köy meydanında vuruyor. Kete, oğlunun acısına dayanamayıp devletle anlaşıyor. Korucu başı oluyor. Tüm ailesi, aşireti de korucu... Korucu başı Halil'in ilk yaptığı şey Şehmuz'u devlete ihbar etmek.

O günü hiç unutmam, köye büyük panzerlerle askerler geldi. O zamanlar çok sık gelirlerdi ama ilk defa bu kadar kalabalık gelmişlerdi. Herkesi köy meydanında topladılar. Köyün imamı camiden anons ediyordu, herkes meydana diye. Bir Yüzbaşı vardı. Muğlalı. köylü meydana toplanınca aracından indi. Çok öfkeli bir hali vardı. Elinde tahta bir sopa tutuyordu. Önce Şehmuz'u aldılar meydandan. Sonra asker emredince muhtar, Şehmuz'un ailesinde ki tüm erkekleri bir bir yüzbaşıya göstermeye başladı. Yüzbaşı muhtarın her gösterdiğini yanına getirtiyor, elinde ki sopayla artık neresine gelirse bir tane vuruyor, yere yığılanı da asker alıp kamyona atıyordu. Daha sonra nasıl olduysa bu Ali'nin küçük kardeşi, Mehmet atıldı Yüzbaşı'nın önüne. Sopayı tutmaya mı çalıştı ne? Tam göremedim. Yüzbaşı onu da kamyona atmalarını emretti. Kamyon hareket ettiğinde tüm köy bakakaldık ardından. Zaten bu onları son görüşümüz oldu. Hiç biri dönmedi bir daha geri. Köylüler karakola falan başvurdularsa da Yüzbaşı onların serbest bırakıldığına dair bir yazı gönderdi hepsi bu. Ali kardeşinden bir daha haber alamayınca acısına dayanamadı. Bir akşam bana gizlice gelip bu muskayı verdi. İşte burama da –Sol göğsünün üstünü göstererek- bir öpücük kondurup gitti. Örgüte gitti dediler. Onu bir daha göremedim.

Çok ağladım o gidince. Yataklara düştüm. Ne ettiler ne yaptılarsa iyileştiremediler beni. Adım marazlıya çıktı köyde. Artık öyle talibim de kalmamıştı. Bir ara köye bir simsar geldi. Bingöllü, gri gözlü, şeytan gibi bir adam... Yanında da bir ziraat mühendisi vardı. Beni görmüş, beğenmiş. Babama iki kuruş para, altın falan verdi. Bizimkiler de batılıdır, mühendistir, bu marazlının hayatı kurtulur diye düşünmüş olacaklar ki sorup soruşturmadan verdiler hemen. Meğer anlayacağın bu zaten böyle bir şebekeymiş. Mühendis kılığında hayvan simsarları ile köylere gelir. Taze sermaye kaldırırlarmış İzmir'e, İstanbul'a. Oralarda kadın soyuna kıran mı girdiyse! Sonrası işte gördüğün gibi... İki sene İzmir'de çalıştırdılar. Ama çok tanıyamadım şehri. Neredeyse sokağa hiç çıkarmadılar beni. Sonrası İstanbul... Hoş burada rahatım yerinde. Gündüzleri geziyorum, denizi izliyorum. Bir de şu hasretlik olmasa... Alıştım anlayacağın.

Gözleri dolmuştu. Odanın loşluğunda etraf pek seçilemiyordu. Sağına döndüğünde yanındaki bıyıklı esmer adamın ağzını genişçe açarak uykuya daldığını gördü. İkisi de çıplaktı. Yataktan rutubet benzeri küf kokusu yükseliyordu. Adamın organının üzerinde içi dolu kondom sarkmış, kenarlarından damlatmaya başlamıştı. "Ulan bari şunu çıkarıp uyusaydın" diye serzeniş de bulunduysa da hafifçe elini atıp çekip aldı ve kenarda ki plastik kovaya fırlattı. Kalkıp üzerini giyindi. Muskayı çantasına yerleştirmeden son bir kez baktı. Yatağın yanına gidip adamı dürttü. "Aşkım, aşkım kalk ben çıkıyorum. Parayı ver sonra uyursun." Adam uykulu gözlerle etrafa baktı. Bir an için kırmızı loşluğun aydınlattığı odada etrafını tanıyamadıysa da pantolonunu eline aldı. Cebinden parayı çıkarıp kadına fırlattı. Daha sonra kendini bıraktığı yatağında aynı kaygısızlıkla uyumaya devam etti.

Hatice otelin dar merdivenlerini takip ederek, giriş bozması lobiye indi. Aşağıda gri ceketi üstünde, beyaz yakasız gömleği içine gömülmüş, esmer tenli, kır saçlı Metin'i gördü. Yanına kadar gidip aldığı paradan bir kısmını uzattı. Adam uykulu ağır hareketlerle parayı alıp pantolonunun cebine yerleştirdi.

-Bu gece yeterli sanırım, gel seni evine bırakayım. Neredeyse sabah olacak.

-Gidelim, gidelim de Metin, ben artık o eve dönmek istemiyorum. O kokoş orospulara tahammülüm kalmadı gayrı. Hani bana uygun yeni bir ev tutacaktın? Tek başıma yaşayabileceğim...

-Tamam, hayatım bakarız, vakit olmadı. İstersen sen de arada gündüzleri çık bir bak. Uygun ev bulursan haber ver. Hem bana bak, yukarıda ki canını falan yakmadı değil mi?

-Yok lan! Yapamadı bile cins. Dakka bir gol bir... Sonra da uyuya kaldı. Zafer kazanmış komutan edasında. Kıçımın kumandanı...

-Kızım hayat zor. Millette bir ton dert var. O kadar geçim sıkıntısı arasında mal mı işler?

-İşlemeyen mal için para atabiliyor ama! Aman boş ver neyse ne... Çıkalım hadi boğdu artık burası.

-Devamı Gelecek :) -







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder